6 Aralık 2012 Perşembe

2012 Resimleri/2012 Paintings



 MYNDOS
Tual Üzerine Akrilik
100X120
2012
Altan Marçelli Koleksiyonu
MYNDOS
Acrylic On Canvas
100X120
2012
Altan Marçelli Collection

 KHALKEDON
Tual Üzerine Akrilik
100X120
2012
Altan Marçelli Koleksiyonu
KHALKEDON
Acrylic On Canvas
100x120
2012
Altan Marçelli Collection
 LAS MENİNAS METAMORHOSİS
Tual Üzerine Akrilik
180x150
2012
Meir Dalva Koleksiyonu
LAS MENİNAS
Acrylic On Canvas
180x150
2012
Meir Dalva Collection

 TARİHİ YARIMADA'DA GÜN BATIMI
Tual Üzerine Akrilik
185x200
2012
Altan Marçelli Koleksiyonu
Sunset, Historical Peninsula
Acrylic On Canvas
185x200
2012
Altan Marçelli Collection
KATLİAMI GÖRDÜM, 16 MART
Pres Tual Üzeine Akrilik
90x100
2012
Altan Marçelli Koleksiyonu
BLOW UP, 16 MARCH
Acrylic On Canvas
90x100
2012
Altan Marçelli Collection

24 Şubat 2011 Perşembe

My works, İşlerim


ERKMEN SENAN ile ilgili yazılanlar:
Erkmen Senan'ın Resimleri Üzerine : Emre Zeytinoğlu
Şimdi Erkmen Senan’ın “Taşlardan Plastiğe” resimlerine bakarsak, Bachelard’ın yazdığı cümlenin tam karşılığını buluruz. Erkmen Senan, resimlerinde aynen bu tür bir zihinsellikle karşımıza çıkar ve yukarıda örneklerini verdiğimiz psişik durumlarla da tam bir örtüşme gerçekleştirir. O resimlerde artık sınırlar, bir düzlem üzerinde yer almaz; “derinine” doğru da iner ve psişik kentleri gözlerimizin önüne serer. Bu kentler, şimdi gördüğümüz halleriyle birlikte, alt katmanlarını da açığa vururlar; tümü aynı düzlemde bir aradadır.

Yazının tam metni:

Erkmen Senan'ın Resimleri Üzerine : Emre Zeytinoğlu - 10.11.2011

Bir “yer”de yaşamak, sınırlar içinde yaşamak demektir elbette. O “yer”i tanımlayan sınırlar coğrafi olarak tanımlanabildiği gibi, yalnızca algılar ile de belirlenebilir. Daha açık bir söyleyişle bu sınırlar, nehirler, denizler, düzlükler, engebeler gibi bir takım işaretler ile ortaya konulabilir; ama diğer yandan bunlara gereksinim duyulmadan da bir sınır çizilebilir ki, o da çok kişisel bir tavır sonucunda gerçekleşir. Coğrafi işaretler, sınırları somutlaştırmak açısından son derece elverişlidir. Coğrafi biçimler değişmeden varlığını sürdürdüğü müddetçe, hiç kimse o sınırları tartışmaz. Eğer yine de bir tartışma olacaksa, o da siyasi tartışmalar çerçevesinde kalır: Örneğin, sınırları değiştirmek adına, başka coğrafi noktaların saptanması için siyasi gücün devreye sokulduğu ataklardır bunlar. Aslında bu anlamda bir sınır değiştirme girişimi, yasal yollarla belirlenmiş ve çitler ya da tel örgülerle çevrilmiş bir arazi parçasının yerinin, yine yasalara dayandırılarak değiştirilmesine benzer: “Biz şu sınırlar içinde yaşıyoruz, ama yeni bir yasal uygulamaya göre, artık başka sınırlar içinde yaşayacağız.” Sınır çizgileri, somutluklara bağlı olduğunda, bunu söylemek zor değildir. Ne var ki algılarla belirlenmiş sınır, coğrafi işaretlerin somutluğundan ya da yasaların çizdiği çizgiden çok daha farklıdır. Her şeyden önce bu, kişiseldir ve duyusaldır. Bir insan, duyularıyla algıladığı bir “yer”in içindedir ve sınırlarını da buna göre çizer. Oysa çizilmiş bir sınır çizgisi de yoktur; duyularıyla algılayabildiği bir alanın sona erdiği yer, ufuk çizgisinin belirsizliğinden başka bir şey değildir. O halde bu sınır, kesin bir işaret özelliği taşımamaktadır; daha çok belirgin olanla, belirsizlik arasında bir soyutluktur. Ve söz konusu soyutluk, tümüyle kişisel bir tanımın eseridir. Kendi “yer”ini, algılar yardımıyla belirleyen bir kişi, sınırın ötesini düşündüğünde, o “öte” yerin soyut bir “yer” olduğuna karar verir; çünkü zaten kendi “yer”inin sınırları da soyuttur ve görünür bir sınır çizgisi yoktur. Böyle bir durumda, sınırların kişiselliği iyice kabul edilebilir bir hal almaya başlar. Şöyle düşünmeli: Bir gezginin ya da bir göçebenin “yer”i neresidir diye düşündüğümüzde, bunu somut sınırlarla açıklayamayız. Yalnızca gezginin ya da göçebenin algıları yardımıyla, onun “yer”ini çıkartabiliriz: Onun gittiği her “yer”in bir algı sınırı mevcuttur. Her gidilen “yer”, kendi algı materyallerini o kişiye aktardığı ölçüde, kişi de o “yer”i algılayacak, oranın “iç”i ile “dış”ını ayıracaktır. Ama bu ayrım, algıya bağlı durumda, hep soyut sınırlar ortaya koyacaktır doğallıkla. Şu da var: Kişi kendisini, coğrafi işaretlerin ya da yasaların belirlediği somut sınırlardan kurtarmışsa ve kişisel algılarının soyut sınırlarına bağlamışsa, artık o algılar yalnızca coğrafi bir düzlem üzerinde gelişmez. Açık bir ifadeyle; kendi “yer”ini (ve onun “dış”ını) algı alanının soyut sınırlarıyla tanımlayan kişi, bu sınırları yalnızca görünür bir düzlem üzerinde aramaz. Sınırlar “derinine” (ya da gökyüzüne) de bir boyut kazanmaya başlar. Kişinin tam o sırada (belki de rastlantısal olarak) bulunduğu o “yer”in sınırları, yalnızca algıya ve o algılardan kotardığı düşünceye bağlıysa, o düşünce “derinine” bir boyut da kazanabilecektir. Düşüncenin oluşturduğu sınırın, hiçbir somutluk zorunluluğu yoktur. Yine de şunu belirtmek gerekir: Eğer düşünce, duyularla sağlanmış bir algıdan kaynaklanıyorsa, bu durumda o düşüncenin bir “görünür olan”dan doğmuş olması da akla yakındır. Yani algıya bağlı bir düşünce ve o düşünceye bağlı sınırların soyutluk kazanması: Bu soyutluğun da, “derinine” sınırları çizmeye başlaması... Bu anlamda pek fazla örnek sunulabilir: Örneğin Sigmund Freud’un “psişik kent”i, en çarpıcı olanlardan biridir. Freud, Roma kentinin sınırlarını, haritalarda gösterilen biçiminin çok dışında, zihinsel olarak çizmiş ve orayı tüm tarihsel katmanlarıyla (yine görünür düzlemdeymiş gibi) düşünmüştü. “Şimdi” kent düzleminde görülebilen her yapıyı, artık yok olmuş yapılar ile birlikte, iç içe tasavvur etmiş ve Roma’yı o tasavvura göre tasvir eden bir metin yazmıştı. Diğer bir örnek, Gabriella Baptist’tir; o da, Jacques Derrida ile birlikte İstanbul’da gerçekleştirilen bir çalışmada, kentin atalarının artık “derin” katmanlara doğru kaydığını, ama metroların bu geçmişin katmanlarını görünür kıldığını (algıya geri verdiğini) söylemişti. Öte yandan daha farklı bir örnek, Stephen King’in “Ölüm Bölgesi” (The Dead Zone) romanında ortaya konulmuştur. Bu romanın kahramanı Smith, somut olarak algıladığı kişilerin geçmiş zamanlarını ve “şimdiki” zamanlarını aynı anda görüyor ve psişik bir dünyanın varlığını hissediyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar ise, İstanbul’un görünür halinin, kendisini “bir kuyu gibi” derinlere çektiğini anlatıyordu. Tanpınar’ın “derin kuyu”su, Doğan Kuban’da da vardır; o da yeni yapılmış bir turistik otelden çıkıp, beş dakika sonra Ayasofya’ya ulaşılabildiğini ve böylece yaklaşık bin beş yüz yıllık bir yolculuğa çıkılmış olduğunu belirtir. Bu konuda daha fazla örnek vermek mümkündür. Burada şu sonuca varabiliriz ki, görünür olan sınırlardan düşünce boyutundaki sınırlara doğru yol alış, somut verilerden yola çıkarak, “derinine” yol alışın eş anlamıdır. Yani somut görüntülerden, tasavvur boyutuna geçiştir. Gaston Bachelard “Mekânın Poetikası” kitabında der ki: “İmajlar üretmeye alışmış bir zihnin, artık salt somut olana geri dönüşü yoktur.” Şimdi Erkmen Senan’ın “Taşlardan Plastiğe” resimlerine bakarsak, Bachelard’ın yazdığı cümlenin tam karşılığını buluruz. Erkmen Senan, resimlerinde aynen bu tür bir zihinsellikle karşımıza çıkar ve yukarıda örneklerini verdiğimiz psişik durumlarla da tam bir örtüşme gerçekleştirir. O resimlerde artık sınırlar, bir düzlem üzerinde yer almaz; “derinine” doğru da iner ve psişik kentleri gözlerimizin önüne serer. Bu kentler, şimdi gördüğümüz halleriyle birlikte, alt katmanlarını da açığa vururlar; tümü aynı düzlemde bir aradadır. Bu resimlerde kimi zaman Doğan Kuban’da olduğu üzere, eski bir yapı ile yeni oteller yan yanadır ve aynı düzlemde yapılan tarihsel yolculuklar vurgulanır. Kimi zaman Freud’da olduğu üzere, bir kent, tüm katmanların kaynaştığı tasavvurlar kenti biçiminde görülür. Kimi zaman Gabriella Baptist’in yazdığı gibi, kentin alt katmanlarının kazıldığı ve böylece görünürlük kazandığı bir somutluk ortaya konulur. Kimi zaman şimdiki zamanda ve düzlem üzerinde gördüğümüz eski bir mezar, bizi o “derin kuyu”nun içine çeker. Ve kimi zaman da, eski ile yeninin karıştığı kentteki figürler, aynı Stephen King romanındaki gibi, kendi fizikselliklerinin ötesine geçip, psişik kişilikler durumuna dönüşürler. Sonuçta bu resimler, ilk bakışta “arkeoloji hayranı” bir sanatçının tutkularını dışa vuruyormuş gibiyse de, bize daha fazla şeyler anlatır. Arkeoloji, eski kentleri, eski eşyaları, iskelet haline gelmiş ya da biçimini iyice yitirerek bir “iz”e dönüşmüş insanları, hatta kimi bitki ya da hayvan fosillerini şimdiki zamana taşıdığı ölçüde, bulunulan “yer”i tüm zamanlar içinde yeniden ve yeniden tanımlayan, tarihsel olarak kaotik bir yapıya yönelten bir eylem biçimidir. Daha da önemlisi, içinde yaşadığımız “yer”in, somut sınırlara bağlı düzlemsel algısını, sürekli değiştiren de bir şeydir. Erkmen Senan’ın entelektüel ilgi alanına giren arkeoloji, sanat yapıtlarına dönüştüğünde, somut verilerin klişelerini bozan, o klişeleri sorgulamaya açan resimlerin doğmasına yol açıyor. En fazla da, yaşadığımız “yer”i ayağımızın altında hareketlendiriyor ve her an içine yuvarlanabileceğimiz “derin kuyu”lar açıyor.
Emre Zeytinoğlu

GÜZERGÂH MANZARALARI -Hakan Gürsoytrak
Erkmen Senan niye yapmıştır ki bu resimleri? Herkesin ona bir şeyler yaptıran sebebi kendine ait, ortaya çıkan sonuçtan niyetini görebilirim ancak. Bas bas bağırıyor Erkmen zaten, arkeoloji anlatıyor. Hiç değilse bir gün Arkeoloji Müzesini gezin diyor, lafını dinledim: Müzenin salonlarında dolaştıkça izlediğim Antik düşünce ve Klasik güzellik ile kışkırtılan muhayyile, arkeolojiyi tarihin salt bir coğrafi kazısı olarak algılanmaktan çıkararak, bugünün kavranmasına yönelik bir bellek kazısı haline dönüştürdü.

Sütunmuş mesela, göklerdeki kara bulutlara hükmeden, çapkın bir tanrı için yapılmış bir tapınağın alınlığını taşıyan, kıskanç karısının garazı mıdır, yoksa? Yer sarsılmış sanırsam, Dionysos ayinlerine kızgın akılların tanrısı, mümkündür, yerinden etmiştir onu; avucundaki üzümleri sıka sıka içtiği için elindeki şarabı, aşka kaçırdığı için genç kızları, derisi yüzülerek cezalandırılan kötü ruhlu bir satir imiş, önce düşmüş, sonra “taş” olmuşlar. Üstlerini kumlar örtmediyse ya bir paşa konağına köşe taşı ya da bir köy çeşmesine yalak olmuşlar. Atlı adamdır ya şövalye, denizci şövalyelerin kalelerine burç olmuşlar ya da bir kilisenin çan kulesi, sonra da cami merdivenlerine basamak.

Heykelmiş mesela tanrılardan aldığı tasdikle site halkının gözünün içine baka baka ayakta onurla dikilen; önce kırılmış burnu yüz üstü devrildiği zaman. Kumlar örtmüş üstünü, rüzgârların getirdiği, yağmurlar yağmış toprağında otlar bitmiş, cansız yatmış orada, mücevherleri için mezarları açılan Nekropol sakinleri gibi kaderi, kim bilir hangi borsacının gizli bahçesinde tekrar dikiliyor şimdi, artık olmayan elini uzatan güçlü kolları baktıkça iktidarını hissettiriyor sahibine. Avrupalı gezgin asilzade tarafından itibar karşılığı Kralına hediye edilmiş, Sultan'ın fermanı, onayı ile, belki de habersiz. Yöre köylüsü ırgatlarca yevmiye karşılığı, kazma kürek çıkarılmış, koca buharlı gemilerce parça parça taşınmış, denizleri, okyanusları aşmış mavi odalara doğru.

Sarı taksilerde eski kasetler senfonik rock çalar, hâlâ işitirim. İnce bir ıslık sesi duyarız Erkmen Senan arkadaşımızdan: Hem vurmalıdır, hem yaylı, hem de Şef, kendisi ayaklı bir orkestradır, yan yana alt alta üst üste gelen ritmlerden, formlardan, renklerden dem vurur, çakmak orkestrası Vivaldi'den Mevsimler'i çalar, Erkin Koray'ın “Yalnızlar Rıhtımı” misali. Resminde de imge orkestrasyonu yapar Erkmen. Bize doğru konuşur imgeleri; birer isim, sıfat ararız imgelerde. Bellek damarlarında vücut bulur imgeler. Hikâye örülmeye başlar, gevezedir imgeler birbirleriyle tartışmaya koyulurlar, hep bir ağızdan bir şeyler söylerler, başka başka şeyler de söylerler.

Drajeler, renkli ayakkabı bağları, uçuşan boyun bağları, takım elbiseler, sosyal yangınlar, katliam, alınmış haklar, verilmeyen haklar, masa üstü blokları, raflar ve envanter defterleri... “Divânelerin hemdemi divâne gerektir”. Agoraya pislemiş vurdum duymazlık. Eski hipodromların yerinde, otogarlar esiyor şimdi. Belli ki Erkmen Senan yeni şehirlerin atıkları altına gömülmüş eski şehirlerde dolaşmış, yeni çöplerden çıkarılan tarihe tanık olmuş. Manzara resmi beğenimizi, omuzlarda taşınan yıldızların konduğu otel pencerelerinden, Devlet lojmanlarının balkonlarından izlenen tarih anlayışımızı, tatil köylerinde bed and breakfast olmuş dünü ve bugünü dolaşmaya davet eder, elimizden tutarak. Müfredata uygun lise coğrafya haritaları, tarih atlasları ya da turistik, egzotik gezi rehberleri yerine kendi yağlı boya güzergâh manzaralarını boyar.

Herkes başka okuyabilir imgeleri. Erkmen Senan açık bırakır bu imkânı seyirciye. Herkesin de imgeden beklediği başka başkadır zaten. Bazısı gerçek olan ile taklidi arasında aynılık ister. Sanki herkesin her şeyi aynı görmesi mecburi imiş gibi, geleneğin şemasının değiştirilmesini istemez iktidar, istese de bunun kendi kontrolünde olmasını talep ve teftiş eder. Suret yasağı da aynılaştırmanın sonucudur. İmgeye konan yasak, ona olan inanç, ondan duyulan korkudur. Gerçekten duyulan korku iktidarın imgeyi denetleme talebidir. Modern teknik, geleneğin şemasını teknolojiye emanet etmiştir. Gerçek de hayal de dijital sahiciliğin ışık ve rengini giyinerek genelleşiyor şimdilerde. Gerçeklik için kıstas fotoğrafik sahicilik olarak kabul edilirken, Photoshop'un gerçeği süslemesinden çok daha önce, Hollywood fotojenisi yaşam biçimi olarak “arzuyu” kurgulamıştır. Kadın kahramanın kaderine, kendi kederleri imiş gibi ağlayan mahalle ablaları bir yandan ahlak derslerini de almışlardır. Kahramanla kurulan her empatinin sempatik olduğunu söyleyemiyoruz, ahlak söz konusu olduğunda. Babacan sinema işçisi Erol Taş, Türk Sineması'nın kötü adamı, filmin galası için gittiği şehirde, otobüsten inerken taşlanır. Gelişme ekonomik değerlerle tartıldıkça, teknolojik yenilik değer sisteminde neyi değiştirir? Bir dürüm ısmarlanıyor, eskortluk yapılıyor devlet görevlilerince, mesela Kurtlar Vadisi'nin kahramanına, ulusal kahramanlık nişanı takılıyor. İmge ile gerçek aynılaşıyor. Dükkân tabelaları, şirket ile aynı olduğu sanıldığı için kocaman olsun isteniyor, öteki dükkân gözükmesin diye. Kapadokya'daki kiliselerin duvarlarına kurşun sıkılıyor. Milliyetçilik tavan yapıyor, terk edilmiş mahallelerin üzerinden otobanlar geçiriliyor, mahalle isimleri “Kurtuluş” buluyor, izler kazı kazı bitmiyor. Eski öteki'nin yerine, yeni ötekiler yerleşiyor. Onların üzerinden de Soylulaştırma geçiyor. Gelenek bir daha, bir daha icat ediliyor.

Erkmen'in resimlerindeki tavır, gerçekliğin bu vesikalık foto kavranışının mübadili, kimlik kartı olmadan gezilebilen sıkıyönetim öncesi kafasındadır. Bir şemayı; cazibesi ispat edilmiş, akademik veya alışıldık piyasa şemalarından herhangi birini takip etmeden, kendi yolunu, yeni bir şema imiş gibi dayatmadan da işaret edebilme becerisindedir. İmgenin kişiye has zarafeti beklenebilir onun görselliğinden. Gerçek ile taklidinin aynı olmaması kafaları karıştırmasın, Erkmen, resimlerini parmak ucu ile yapıyor! İyi ki de öyle yapıyor. İyi ki ressamlık yapıyor, kendine has imgelerin diliyle işaret ediyor, farklı dokunuşlarla, gerçekliğin farklı okunuşlarının olabilirliğini gösteriyor. Resim parmak ucudur, resmin anlattığı da parmağın işaret ettiği. Kör göze parmak sokmaz da, kişileştirerek anlatır Erkmen'in imgeleri dertlerini, yani o taş, taş değildir, melek de değildir, o kanatlar uçurmaz, heykel de kucaklanamaz. İmgeler kişilerin onlara ait duygularıdır, yani imgeler taklidi olduğu şeylerin “hali ve vakti”dirler. Kişi olma durumu konuşur, demek ki bunlar Erkmen'in imgeleridir; o nesnelerdeki mekanın ve zamanın düşüncesidir Erkmen'in parmak ucunun işaret ettiği. “İlletin Adamları”na bakıyorum, spor salonlarında yapılan şirket ya da parti kongrelerinde, binaların dış cephelerine asılmış lider tasvirlerini görüyorum, duvardan kazınmış muhtar adayı posterlerini ve onların yırtık gözlerini görüyor, yüzlerini seçemiyorum. Fikret Mualla'nın ihbar edilişi geliyor hatırıma, gerçek ile tasviri aynılaştıran bakış iktidar şekli olarak karşımıza çıkıyor tarihten: Milletin kahramanları, illetin kahramanları oluyor. Erkmen tasviri ile gerçeğinin aynılaştırıldığı sloganları boyuyor, tasvirin tasvirini imgeleştiriyor.

İhmal edilmiş bir geçmiş ile imal edilmiş naylon, marley ve kaplama plastiğiyle inşa edilmiş kültürün estetiği... Freskin gözüne kurşun sokan, bir azizin kafasına kurşun sıkan katil, aslında kendini katleder ki maktuldür. Empati katilden değil, maktulden yanadır, yine de Klasik İdeal'i değil, gerçeği vurgular Erkmen. Netice “Faili Maktul” resimlerdir... Çağdaş Halk Resmi desem abartmış mı olurum? Kim rezaleti sahiplenmek ister ki? Rezalet nasıl aktarılır onun maktulü olmadan? Ben böyle bir şey okuyorum, şöyle görüyorum “bir gecelik patlamada 50 senelik bıtkınlık” olduğunu düşünüyorum...

Hakan Gürsoytrak
Dümen Sokak. 2010

Hakan GÜRSOYTRAK's writings about SENAN ;

SCENES ALONG A ROUTE
Why, one wonders, has Erkmen Senan painted these paintings? To each his own reason for doing things, and I only have the outcome of his work from which to make out his intention. Erkmen is bellowing at the top of his voice after all, it is archaeology he is speaking of. He told me to visit the Archaeology Museum, even if it were just for one day, and I followed his advice: My imagination was provoked by ancient thought and classical beauty as I wandered the halls of the museum, transforming my perception of archaeology from merely a geographical excavation of history to a mnemonic excavation aimed towards an understanding of the present.

Bearing a headpiece erected for a philandering god ruling over dark clouds -could this column be his jealous wife’s grudge? An earthquake must have struck, the God of reason, angered by Dionysian rites perhaps, displaced him; wine in hand, grapes squashed by hand, young girls smuggled away to make love, a daemonic satyr, his skin flayed as punishment, they first fell, and then turned to “stone.” If they were not covered by sand, they are now either cornerstones in the mansion of a pasha, or a water basin of a village fountain. The knight rides on horseback, yet they became bastions to the castles of the knights of the sea, or the bell-tower of a church, and then stones for the steps of a mosque.

It must have been a statue, for instance, standing proudly, gaze fixed, with approval from the gods, on the eyes of the population of the city-state; falling over headfirst, nose already broken. Covered by sand brought along by the wind, grass growing on the land watered by rain, lying lifeless, his fate similar to the inhabitants of the Necropolis, their tombs unearthed for jewellery, stands now in god knows which stockbroker’s secret garden, his new owner sensing his power as he looks at his strong arms extending his now absent hand. Presented to his king by a travelling European nobleman, in return for recognition, with the mandate, the approval of the Sultan, or perhaps unbeknownst to him. Unearthed with pickaxes and shovels by labourers and local villagers in return for daily fees, hauled piece by piece by huge steamboats, crossing seas and oceans towards blue rooms.

I still come across symphonic rock playing on old audiocassettes on car stereos in yellow cabs. Our friend Erkmen Senan whistles at high-pitch: He is both the percussion and the strings, and even the Maestro, he is a walking orchestra, he talks on about rhythms, forms, colours that adjoin side by side, or one above the other, an orchestra of lighters plays Four Seasons by Vivaldi, like Erkin Koray’s “Yalnızlar Rıhtımı.” Thus Erkmen also orchestrates images in his painting. His images speak towards us; we search for a name, for an epithet in the images. Images come into being in the vessels of memory. The narrative is gradually weaved, images talk a lot, they begin to argue with one other, they talk in unison, then they each say different things.

Chocolate-coated sweets, coloured shoelaces, fluttering scarves, three-piece suits, social fires, massacres, rights withdrawn, rights not granted in the first place, table-top paper blocks, shelves and inventory notebooks... “The ignorant enjoy the company of their like / Yet only madmen will do to keep madmen company.” Callousness that thinks nothing of defecating in the agora. Bus depots blow in the wind where old hippodromes once stood. Erkmen Senan has clearly wandered through old cities buried under the waste of the new ones, and witnessed history extracted from new waste. He holds our hand and invites us to wander through our taste in landscape painting, our understanding of history that is viewed from hotel windowsills where stars taken off shoulders are laid down for the night, and from the balconies of state lodgings, and the past and present that has become the bed and breakfast of holiday villages. Instead of high-school geography maps and historical map books in step with the curriculum, or exotic tourist guidebooks he paints oil landscapes of his own routes


Each viewer may come up with his or her own interpretation of images. Erkmen Senan leaves this door open to the viewer. Everyone expects a different thing from images. Some expect sameness of truth and representation (imitation). As if it were a must that all see the same, power does not want a change in the scheme of tradition, or when it does want change, it demands control over it and a right to inspect. The ban on representations of the face are also a result of identicalization. The ban on images is also the belief in it, or the fear felt before it. Fear from truth is manifested in the demand of the powers that be to control the image. Modern technique has surrendered the scheme of tradition to technology. These days, both reality and illusion are dressed with the light and colour of digital reality and generalized. Photographic realism is accepted as the benchmark for reality, but long before Photoshop began to adorn reality, Hollywood photogenics imagined “desire” as a life style. Older women of the neighbourhood who cried after the fate of the female protagonist, received a moral lesson in the meantime. When morals are the issue, every bridge of empathy built with the hero does not seem so sympathetic. The easy-going, paternal workingman of film, the baddie of Turkish cinema, Erol Taş is stoned as he is coming off the bus in a city he is visiting for the premiere of a film he stars in. As long as progress is measured by economic values, what can technological innovation change in the system of values? State officials order a fast-food wrap, or act as escorts, for instance the hero of the TV series Valley of the Wolves is honoured with a national hero’s medal. The image and the real become the same. Shop signs are ordered to be huge –the size of the sign also indicating the size of the company- so that the other shop cannot be seen. Bullet marks cover the walls of churches in Cappadocia. The popularity of nationalism goes through the roof, highways pass over abandoned neighbourhoods, neighbourhood names are changed to “Salvation” to redeem them, and traces cannot be erased, despite incessant scraping. The old other is replaced by a series of new others. Gentrification tramples over them. Tradition is reinvented, time and again.

The attitude in Erkmen’s painting corresponds to this passport-photo-understanding of reality, his mood is that of pre-martial law times, when one could go out without having to carry identification papers. It is in his ability to point towards his route, without imposing it as if it were a new grid, and without following any of the academic or familiar grids of proven charm. The unique elegance of the image is expected from his visuality. Be not confused by reality and its imitation not being the same, Erkmen paints with the tips of his fingers! And it’s just as well he does. It’s just as well he paints, he indicates with the language of his unique images, he reveals the possibility of different touches and different readings of reality. Painting is the tips of one’s fingers, and painting speaks of what fingers point out. Erkmen’s images do not point to the obvious, they narrate their issue by personifying it, in other words, that stone is not a stone, nor is it an angel, those wings won’t make you fly, and you can’t embrace that sculpture. Images are the sentiments of people about them, in other words, images are the “time and conditions” of things they imitate. The state of being a person speaks out, thus these are Erkmen’s images; Erkmen’s fingertips point to the thought of space and time in those objects. I look at the “Men of Disease”, I see representations of the leaders on posters on the walls of buildings at company or party congresses held in sports halls, I see the posters for headman elections scraped off the walls, I see their torn eyes, I can’t make out their faces. I remember how Fikret Mualla was turned in, the gaze that renders reality and representation the same, emerges out of history as a form of power: The heroes of the nation become the heroes of the disease. Erkmen paints slogans whose representation and reality have been rendered the same, he makes an image of the representation of representation.

The aesthetic sense of a culture built using a neglected past, and manufactured nylon, vinyl floor covering and plastic lining... The murderer who pushes a bullet into the eyeholes of a figure in a fresco, or puts a bullet into the head of a saint, in actual fact, murders himself, he is the victim. Then, empathy is expressed not towards the murderer but the victim, however Erkmen does not emphasize the Classic Ideal, but the truth. The outcome are paintings of “Victim Perpetrators”... Would I be exaggerating if I called this Contemporary Folk Painting? Who would wilfully own up to a scandal, a disgrace? How can a scandal be communicated, without being a victim of it? This is what I read, how I see it, I think there is the “weariness of 50 years in the explosion of a single night”...

Hakan Gürsoytrak
Dümen Sokak, 2010


translated by Nazım Hikmet Richard Dikbaş

Prof. Dr. Engin Beksaç'ın yazısı ;

Burhaniye, Ören… Adramytteion Kazısı çalışmaları…
Sıcak bir Burhaniye Öğleden sonrası…
Bir Sanat Tarihi ve Arkeoloji dostuyla ilk tanışmamız… Bir dost ile ilk tanışmamız… Anılarımızdan silinmeyecek olan bir gün…
Adramytteion Kazıalanında yaptığımız ilk ayak üstükonuşmalar…Bir dostluğun başlangıcı…
Bir usta sanatçıyıtanımamız. Onun sanatıyla tanışmamız. Farklıbir üslubu, samimi bir anlatımıtanımamız…
Hisart ‘taki görüşmeler… Sergiler… Konuşmalar
Belleğimiz de hemen şekillenen anılar… Ahmet Erkmen Senan denince hemen akla gelen bunlar mı ?
Tabiki Hayır ! Çünkü o Usta bir sanatçı ! Usta bir sanat insanı, usta bir sanatçı.
Ahmet Erkmen Senan Egeli bir Sanatçı. Eserlerinde Ege’yi soluyan, Ege’yi taşıyan bir sanatçı.
Bir Sanat Tarihçi duyarlılığıyla Sanatın tarihini kucaklayan, bir arkeolog duyarlılığıyla arkeolojiye sarılan bir sanatçı.
Sanatıyla geçmişi geleceğe taşıyan usta bir ressam. Tüm görkemiyle ışıldayan geçmişin görkemini
geleceğe aktarılmasınıve tarihin bekçiliğini görev kabul edinmiş, güçlübir yorum sahibi.
Zengin imgeler dünyasının tasarımcısı, ışıldayan renklerin mimarı, usta bir sanatçı.
Fırça darbelerinde ışıldayan geçmişi, çoşkuya dönüştüren, ama yok oluşa direnen
bir çığlığa dönüştüren bir sanat insanı, usta bir sanatçı.
Soyutla somutun ayrıştığı ince çizgide duran, formlarıyla
ama her iki yöne de göndermeler yapan bir renk ustası.
Ahmet Erkmen Senan, sanata farklı bir duyumla yaklaşan, farklıhazlar yakalayan, sanatıyla yok oluşa ve
yok edilişlere direnen eylemci bir Sanat insanı…
Ahmet Erkmen Senan sakin ama dingin, pesimist, ama direnen bir anlayışla eserler ortaya koyan bir
Sanatçı..
Selam olsun, geçmişi geleceğe taşıma onuruyla, zorbalığa direnen SANAT İNSANI, Sana ve ölümsüz sanatına…

Prof. DR. Engin Beksaç Trakya üniversitesi Öğretim Üyesi